Murat Gülsoy’un yeni romanı “Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi” Can Yayınları etiketiyle yayımlandı.
Ressam Vasıf için resim tarihimiz, modernleşme uğraşı etkilerinin ve acılı bir sanatsal mücadelenin düşsel kırıklıklarıyla dolu hikâyesidir. Bir yandan da kendi resim tarihine yansıyan gizli aşklarının ve mücadelesinin tarihidir.
1967 sonbaharında genç bir gazeteci olan Halit’e unutulmuş bir ressam olan Vasıf hayatını anlatmaya başlar. Moda’daki bir çatı katında başlayan Vasıf’ın ses kayıtları 1889-1968 arasında yaşamış olan modern bir ressamın kendine ait en karanlık detayları son derece yalın bir dille anlatır. Sevgili Gülsoy her bölümün sonuna eklediği kısmında Vasıf’ın galeri arşivindeki belgeleri tasvir ederek gözler önüne seren belgeler sunar. Betimlediği o resimleri görsel olarak da koysa daha akılda kalıcı olacağını düşündüm. Nasıl resimler olduğu insanın merakını cezbediyor.
Çamlıca’daki bir köşkte dünyaya gözlerini açan Vasıf, amatör bir ressam olan amcasının çizdiği resimlere bakarak resme olma hayranlığı gün yüzüne çıkar. Amcasının desteğiyle çizmeye başlar. Mektebi Sultani ’ye gider ve resim yeteneğini ileri bir seviyeye taşır. 1911-1914 tarihleri arasında sanatın şehri olan Paris’e gider ve orada aldığı eğitimle yeteneğini bir üst seviyeye taşır. Sonra İstanbul döner. İstanbul’da yaşamaya ve resmini daha güçlü kılmayı amaç edinir kendine. Bu dönemde hayatına amcası Ali Galip Paşa, yeğeni Fazıl, onun eşi Fatma Belkıs ve çocukları Orhan Necmi girer ve romanın farklı zamansal dönemlerini onlar aracılığıyla ele alır Gülsoy.
Kahramanımız Vasıf sanat hayatı ve kişisel yaşamı hakkında genç gazeteciyle dertleşir gibi konuşur. Her şeyi anlatarak hatıralarını özgür bırakmak ister. Onlar özgürlüğüne kavuşursa kendi de özgür olacağını ve hatıraların o ağır yükünün altında kalmayacağını düşünür. Hayatının akışını rastlantıların özgürlüğüne bırakarak yol alır. “İmzam bile sabit olmadı, fikrim nasıl olsun?” der Vasıf.
“Zaman vücudumuzu parçalayarak akıp gidiyor. Yaralıyor… Tabii o yaralar iyileşiyor ama izleri kalıyor. Hatta diyebilirim ki bir müddet sonra aynaya baktığımızda sadece o izleri görüyoruz. Zaman bir heykeltıraş gibi bizi acılarla yonta yonta bu hale getiriyor.”
Sevgili Gülsoy gerçeğe yakın inandırıcı kurgusuyla Vasıf’ın hayatını anlatırken birçok kuraldışı olan ve yaşadıkları dönemlerde ayrıcalıkları anlaşılamayan sanatçıların birkaçı dışında günümüzde bile değerlerinin bilincinde olunmaması bir tesadüf değil. Bunu biliyor oluşumuz çok üzücü bir durum. Nazmi Ziya’dan Nedim Günsür’e, Ivy Strangali’den Namık İsmail’e, galericileri Adalet Cimcoz, sanat eleştirmenlerini Fikret Adil gibi değerleri anlaşılmayan, hak ettikleri ilgiyi görmeyen sanatçıları da gündeme getirir Gülsoy. Bu sanatçıların yaşadığı tarihi dönemi araştırması ve onlar hakkında tatmin edici bilgiler doğrultusunda Vasıf’la olan ilişkilerini o tarihsel doğrular üzerinden kurgulaması beni çok etkilediğini itiraf etmem gerekiyor. Gülsoy’dan birçok roman okumuşumdur ve her romanı değişik açılardan ele alarak kurgulaması her kitabını okuduğumda bu sefer nasıl bir kurguyla karşılaşacağıma dair beni hep heyecanlandırmıştır.
Gülsoy resim tarihimizi kaleme aldığı bu kitabıyla hem unutulmuş birçok ressamı gün yüzüne çıkartıyor hem de ülkemizde sanatla ilgilenmenin ağır bedelleri, sanatın fedakârlıklara dayalı inşa şartları hakkında kurgusal olduğu kadar belgesel bir manzara çiziyor.
“Ressam bir yeri, bir nesneyi, bir insanı çizmez sade, asıl kendi ruhunu resmeder.”
Vasıf’ı başka sanatçıların yeteneğini, başarısını görüp buna saygı duyan, kendi eksikliklerinin de farkında olan bir sanatçıdır. Keşke her sanatla ilgilenen onun bakış açışında olsa. Maalesef Vasıf gibi düşünen, egolarından kurtulan sanatçı sayısı istisnalar dışında çok az.
Sanatın en güçsüz yanı, okunmaya, seyredilmeye, görülmeye duyulan bir ihtiyaçmış gibi. Hiç kimse sizin yaptıklarınızı okumaz, göremez ve duyamazsa sanki varolmamışsınız gibi bir hissiyata kapılırsınız. Oysa varsınızdır. Sadece görünür olmak istersiniz. Sanatın ruhunuzu diğer tarafa doğru götüren deliliğinizle kala kalırsınız. Sanatı zincirlerinden koparıp özgür bıraktığınızın kimse farkında değildir. Fark edilmek istersiniz. Farklı olduğunuzun fark edilmesini.
“İnsanlar birer ada gibidirler kimi büyük kimi küçük. Bir yaşa gelir artık kendi adanızın hudutlarına varırsınız, daha ötesi yoktur işte, o kadarsınızdır. Mesele daha büyük olmaya çalışmak değil mevcudu en güzel şekle getirmektir. Yani onca sene yaşamışsınız işte, neye benzetmişsiniz adanızı? Çorak bir yer mi? Bir çöl mü? Yoksa ormanlar mı yeşermiş? Tatlı çiçek bahçelerimi mi yetiştirmişsiniz. İşte hayatın son safhasında idrakine varacağınız yegâne hakikat budur, kendi sınırlarınız” der kahramanımız Vasıf.
Sanatı ruhunda hissedenler başka bir gözle bakar her şeye; insana, tabiata, eşyaya, görünür olan her şeye farklı bir gözle bakarak, temasa geçer. İçindeki renkleri görünür kılmaya çalışır. Bazen bu renk siyah olur bazen ise gökyüzü gibi masmavi. O renklerin dışarı taşmasını, herkesin görmesini diler. Oysa o renklerin içinde varlığa sardığı ruhunun izleridir. Ruh ağzına kadar dolu deniz gibi kayalara vurur. O kayaları alıp yerine denizin üstüne bir sandal çizer ama nedense o resme bakanlar sadece kayaları görür. Ruhunu soyutlayıp sandala binip gittiğini gören olmaz. Bakmakla görmek arsındaki farkı fark edemezler. “Olmadığım bir yere gitmek istiyorum ama nereye gidersem gideyim ben oradayım” dedirttirir kahramanı Fazıl’a Gülsoy, deliliğin o kimseyi içeri almadığı odasından. Hayatını her daim resme vermiş olan kahramanımız hiçbir yere varamamış bir adam olarak kendi penceresinden kendine bakmaktan geri durmaz. “… sanatçı hududa yaklaşan, ötesini seyreden kişidir, diğer tarafa geçenler sadece delilerdir. Sanat insanı kurtarır mı bilmem ama beni kurtardı” der kahramanımız Vasıf.
“Ne tuhaf, insan kendini anlatmaya başladığında hep başkalarından bahsetmek zorunda kalıyor. Başkaları olmasa biz biz olamazmışız gibi.” Bir insan diğer bir insanda ne kadar yer kaplar bilinmez ama hikâyesini anlatırken kahramanımız diğer insanların onun hakkında ne düşündüğünü ve onlarda ne kadar yer aldığını da merak eder.
“Nasıl yaşadıysam öyle çizdim.”
Şu evrende varolan, kendini bilen her insan dünyada olmanın arkasındaki sırları öğrenme tutkusuyla savaşıp durur. Hayata dair derin anlamların olduğunu düşünür ve herkes bu gizin peşindedir; hakikati bilmek, görmek arzusunun. Sokrates’in dediği gibi, “ Sorgulanmayan bir hayat yaşamaya değmez.” Sorgulanmamış bir yaşam sürenler hayatı kendi ellerinde ya da kendi denetimlerinde değildir; bu ise, insanı mutsuzluğa götüren yoldur. Platon’a göre, “Ruh için beden bir hapishanedir. O kabuğuna yapışmış bir istiridye gibi ruhun içine hapsolduğu bir hapishanedir.” Kahramanımız Vasıf da yaşamının son demlerine geldiğinde hayatı sorgulamaya başlar. Zamanın üzerinde yaptığı yıkımı bir türlü kabullenemez. Sanki içinde farkında olamadığı ama onu idare eden başka birisi var gibidir. Aynalara bakmaya ve zamanın izlerini görmeye korkan biri. Fotoğrafın içindeki dururmuş gibi olan ama akan bir zaman vardır. Bütün bakışlarını ruhuna çevirir ve kendini tanımak ve içindekileri anlamak ister. Gerçek varlığını görmek, kendine dönmek, kendini bilmek ister; ruhunda gizil olanı bulabilmek umuduyla.
“Her güzel şeyin bir sonu vardır.”
Romanın son sayfalarına gelince kahramanımız Vasıf anlattıklarının üstünden geçince bir şeyin farkına varır: “Sanatımı, hayatımı anlatayım diye başlamıştık bu işe, bir de baktım ki gizli aşklarımın tarihi çıkmış ortaya. Neyse insan ne yaşadıysa odur netice itibarıyla. Benimkisi de böyle bir hayat işte.”
Michelangelo’nun Davut Heykeli’ni yaparken taştaki fazlalıkları atıp heykeli gün yüzüne çıkartması gibi, Vasıf’ta anlattıkları ile üstündeki fazlalıkları atmış ve gerçek kendini görmüştür. Kendini yonttukça yaralamıştır. Aynaya her baktığında o izleri görür. Zaman akıyor gibi görünse de geride sadece izler bırakır. Ben’i ben yapan onlardır. Hermann Hesse’nin kahramanı Siddhartha gibi yaşamın gizini tanıyıp öğrenmek istiyordu. Kendinden kaçmıştı bunca zaman. Kendine yabancı oluşu, bilmeyişinden ileri geliyordu. Korkuyordu.
Zamanının tükendiğinin farkını fark ettiğinde Tanrı’yla konuşarak yalnızlığını çoğaltmaya başlar. Bütün kayıtlar tamamlandıktan kısa bir süre sonra Ressam Vasıf Ekrem Yelda hayatını kaybeder.
Yazımı Hölderlin’den bir alıntıyla bitiriyorum.
“İnsan, düş kurarken bir Tanrı, düşünürken bir dilencidir.”