7 Ağustos 2023 Pazartesi

MURAT GÜLSOY - RESSAM VASIF'IN GİZLİ AŞKLAR TARİHİ

 

“Sanat insanın en derinindeki karanlığı itiraf etmesidir.”

Murat Gülsoy’un yeni romanı “Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi” Can Yayınları etiketiyle yayımlandı.

Ressam Vasıf için resim tarihimiz, modernleşme uğraşı etkilerinin ve acılı bir sanatsal mücadelenin düşsel kırıklıklarıyla dolu hikâyesidir. Bir yandan da kendi resim tarihine yansıyan gizli aşklarının ve mücadelesinin tarihidir.   

1967 sonbaharında genç bir gazeteci olan Halit’e unutulmuş bir ressam olan Vasıf hayatını anlatmaya başlar.  Moda’daki bir çatı katında başlayan Vasıf’ın ses kayıtları 1889-1968 arasında yaşamış olan modern bir ressamın kendine ait en karanlık detayları son derece yalın bir dille anlatır. Sevgili Gülsoy her bölümün sonuna eklediği kısmında Vasıf’ın galeri arşivindeki belgeleri tasvir ederek gözler önüne seren belgeler sunar. Betimlediği o resimleri görsel olarak da koysa daha akılda kalıcı olacağını düşündüm. Nasıl resimler olduğu insanın merakını cezbediyor.

Çamlıca’daki bir köşkte dünyaya gözlerini açan Vasıf, amatör bir ressam olan amcasının çizdiği resimlere bakarak resme olma hayranlığı gün yüzüne çıkar. Amcasının desteğiyle çizmeye başlar. Mektebi Sultani ’ye gider ve resim yeteneğini ileri bir seviyeye taşır. 1911-1914 tarihleri arasında sanatın şehri olan Paris’e gider ve orada aldığı eğitimle yeteneğini bir üst seviyeye taşır. Sonra İstanbul döner. İstanbul’da yaşamaya ve resmini daha güçlü kılmayı amaç edinir kendine. Bu dönemde hayatına amcası Ali Galip Paşa, yeğeni Fazıl, onun eşi Fatma Belkıs ve çocukları Orhan Necmi girer ve romanın farklı zamansal dönemlerini onlar aracılığıyla ele alır Gülsoy.

Kahramanımız Vasıf sanat hayatı ve kişisel yaşamı hakkında genç gazeteciyle dertleşir gibi konuşur. Her şeyi anlatarak hatıralarını özgür bırakmak ister. Onlar özgürlüğüne kavuşursa kendi de özgür olacağını ve hatıraların o ağır yükünün altında kalmayacağını düşünür. Hayatının akışını rastlantıların özgürlüğüne bırakarak yol alır. “İmzam bile sabit olmadı, fikrim nasıl olsun?” der Vasıf.

Zaman vücudumuzu parçalayarak akıp gidiyor. Yaralıyor… Tabii o yaralar iyileşiyor ama izleri kalıyor. Hatta diyebilirim ki bir müddet sonra aynaya baktığımızda sadece o izleri görüyoruz. Zaman bir heykeltıraş gibi bizi acılarla yonta yonta bu hale getiriyor.” 

Sevgili Gülsoy gerçeğe yakın inandırıcı kurgusuyla Vasıf’ın hayatını anlatırken birçok kuraldışı olan ve yaşadıkları dönemlerde ayrıcalıkları anlaşılamayan sanatçıların birkaçı dışında günümüzde bile değerlerinin bilincinde olunmaması bir tesadüf değil. Bunu biliyor oluşumuz çok üzücü bir durum. Nazmi Ziya’dan Nedim Günsür’e, Ivy Strangali’den Namık İsmail’e, galericileri Adalet Cimcoz, sanat eleştirmenlerini Fikret Adil gibi değerleri anlaşılmayan, hak ettikleri ilgiyi görmeyen sanatçıları da gündeme getirir Gülsoy. Bu sanatçıların yaşadığı tarihi dönemi araştırması ve onlar hakkında tatmin edici bilgiler doğrultusunda Vasıf’la olan ilişkilerini o tarihsel doğrular üzerinden kurgulaması beni çok etkilediğini itiraf etmem gerekiyor. Gülsoy’dan birçok roman okumuşumdur ve her romanı değişik açılardan ele alarak kurgulaması her kitabını okuduğumda bu sefer nasıl bir kurguyla karşılaşacağıma dair beni hep heyecanlandırmıştır.

Gülsoy resim tarihimizi kaleme aldığı bu kitabıyla hem unutulmuş birçok ressamı gün yüzüne çıkartıyor hem de ülkemizde sanatla ilgilenmenin ağır bedelleri, sanatın fedakârlıklara dayalı inşa şartları hakkında kurgusal olduğu kadar belgesel bir manzara çiziyor.

“Ressam bir yeri, bir nesneyi, bir insanı çizmez sade, asıl kendi ruhunu resmeder.”

Vasıf’ı başka sanatçıların yeteneğini, başarısını görüp buna saygı duyan, kendi eksikliklerinin de farkında olan bir sanatçıdır. Keşke her sanatla ilgilenen onun bakış açışında olsa. Maalesef Vasıf gibi düşünen, egolarından kurtulan sanatçı sayısı istisnalar dışında çok az. 

Sanatın en güçsüz yanı, okunmaya, seyredilmeye, görülmeye duyulan bir ihtiyaçmış gibi. Hiç kimse sizin yaptıklarınızı okumaz, göremez ve duyamazsa sanki varolmamışsınız gibi bir hissiyata kapılırsınız. Oysa varsınızdır. Sadece görünür olmak istersiniz. Sanatın ruhunuzu diğer tarafa doğru götüren deliliğinizle kala kalırsınız. Sanatı zincirlerinden koparıp özgür bıraktığınızın kimse farkında değildir. Fark edilmek istersiniz. Farklı olduğunuzun fark edilmesini. 

İnsanlar birer ada gibidirler kimi büyük kimi küçük. Bir yaşa gelir artık kendi adanızın hudutlarına varırsınız, daha ötesi yoktur işte, o kadarsınızdır. Mesele daha büyük olmaya çalışmak değil mevcudu en güzel şekle getirmektir. Yani onca sene yaşamışsınız işte, neye benzetmişsiniz adanızı? Çorak bir yer mi? Bir çöl mü? Yoksa ormanlar mı yeşermiş? Tatlı çiçek bahçelerimi mi yetiştirmişsiniz. İşte hayatın son safhasında idrakine varacağınız yegâne hakikat budur, kendi sınırlarınız” der kahramanımız Vasıf.

Sanatı ruhunda hissedenler başka bir gözle bakar her şeye; insana, tabiata, eşyaya, görünür olan her şeye farklı bir gözle bakarak, temasa geçer. İçindeki renkleri görünür kılmaya çalışır. Bazen bu renk siyah olur bazen ise gökyüzü gibi masmavi. O renklerin dışarı taşmasını, herkesin görmesini diler. Oysa o renklerin içinde varlığa sardığı ruhunun izleridir. Ruh ağzına kadar dolu deniz gibi kayalara vurur. O kayaları alıp yerine denizin üstüne bir sandal çizer ama nedense o resme bakanlar sadece kayaları görür. Ruhunu soyutlayıp sandala binip gittiğini gören olmaz. Bakmakla görmek arsındaki farkı fark edemezler. “Olmadığım bir yere gitmek istiyorum ama nereye gidersem gideyim ben oradayım” dedirttirir kahramanı Fazıl’a Gülsoy, deliliğin o kimseyi içeri almadığı odasından. Hayatını her daim resme vermiş olan kahramanımız hiçbir yere varamamış bir adam olarak kendi penceresinden kendine bakmaktan geri durmaz. “… sanatçı hududa yaklaşan, ötesini seyreden kişidir, diğer tarafa geçenler sadece delilerdir. Sanat insanı kurtarır mı bilmem ama beni kurtardı” der kahramanımız Vasıf.

Ne tuhaf, insan kendini anlatmaya başladığında hep başkalarından bahsetmek zorunda kalıyor. Başkaları olmasa biz biz olamazmışız gibi.” Bir insan diğer bir insanda ne kadar yer kaplar bilinmez ama hikâyesini anlatırken kahramanımız diğer insanların onun hakkında ne düşündüğünü ve onlarda ne kadar yer aldığını da merak eder.

Nasıl yaşadıysam öyle çizdim.” 


Şu evrende varolan, kendini bilen her insan dünyada olmanın arkasındaki sırları öğrenme tutkusuyla savaşıp durur. Hayata dair derin anlamların olduğunu düşünür ve herkes bu gizin peşindedir; hakikati bilmek, görmek arzusunun. Sokrates’in dediği gibi, “ Sorgulanmayan bir hayat yaşamaya değmez.” Sorgulanmamış bir yaşam sürenler hayatı kendi ellerinde ya da kendi denetimlerinde değildir; bu ise, insanı mutsuzluğa götüren yoldur. Platon’a göre, “Ruh için beden bir hapishanedir. O kabuğuna yapışmış bir istiridye gibi ruhun içine hapsolduğu bir hapishanedir.” Kahramanımız Vasıf da  yaşamının son demlerine geldiğinde hayatı sorgulamaya başlar. Zamanın üzerinde yaptığı yıkımı bir türlü kabullenemez. Sanki içinde farkında olamadığı ama onu idare eden başka birisi var gibidir. Aynalara bakmaya ve zamanın izlerini görmeye korkan biri. Fotoğrafın içindeki dururmuş gibi olan ama akan bir zaman vardır.  Bütün bakışlarını ruhuna çevirir ve kendini tanımak ve içindekileri anlamak ister. Gerçek varlığını görmek, kendine dönmek, kendini bilmek ister; ruhunda gizil olanı bulabilmek umuduyla. 

 “Her güzel şeyin bir sonu vardır.”

Romanın son sayfalarına gelince kahramanımız Vasıf anlattıklarının üstünden geçince bir şeyin farkına varır: “Sanatımı, hayatımı anlatayım diye başlamıştık bu işe, bir de baktım ki gizli aşklarımın tarihi çıkmış ortaya. Neyse insan ne yaşadıysa odur netice itibarıyla. Benimkisi de böyle bir hayat işte.”

Michelangelo’nun Davut Heykeli’ni yaparken taştaki fazlalıkları atıp heykeli gün yüzüne çıkartması gibi, Vasıf’ta anlattıkları ile üstündeki fazlalıkları atmış ve gerçek kendini görmüştür. Kendini yonttukça yaralamıştır. Aynaya her baktığında o izleri görür. Zaman akıyor gibi görünse de geride sadece izler bırakır. Ben’i ben yapan onlardır. Hermann Hesse’nin kahramanı Siddhartha gibi yaşamın gizini tanıyıp öğrenmek istiyordu. Kendinden kaçmıştı bunca zaman. Kendine yabancı oluşu, bilmeyişinden ileri geliyordu. Korkuyordu. 

Zamanının tükendiğinin farkını fark ettiğinde Tanrı’yla konuşarak yalnızlığını çoğaltmaya başlar. Bütün kayıtlar tamamlandıktan kısa bir süre sonra Ressam Vasıf Ekrem Yelda hayatını kaybeder.

Yazımı Hölderlin’den bir alıntıyla bitiriyorum.

“İnsan, düş kurarken bir Tanrı, düşünürken bir dilencidir.”

16 Nisan 2023 Pazar

KÖRLÜK - JOSÉ SARAMAGO

 


“ Körler ülkesinde tek gözlüler kral olur”

1998 Nobel Edebiyat Ödüllü’nün sahibi  Portekiz’li yazar Jose Saramago 1995 yılında yazdığı bu roman, araba kullanan bir adamın ansızın körleşmesiyle başlıyor. Sonrasında bu körlük bulaşıcı hale gelip salgına dönüşüyor ve yayılıyor.

Kitabı okurken hangisi diyaloğun parçası, hangisi anlatımın devamı, bunu fark etmek okuyucuyu yorucu bir hâle sokuyor. Bu durum nedeniyle okunması zor bir kitap haline geliyor. Virgüllerle devam eden sayfalar dolusu paragraf; okumayı zorlaştıran nedenlerden biri. İlk başlarda kitabı okurken böyle hissediyorsunuz ama sonra okudukça bunlar önemsizleşiyor.

SARAMAGO bu kitabında insanlar üzerinden toplumsal körlüğü en derinine kadar inerek işlemiş.

Körlük salgınının geçtiği ülkenin adını bilmiyoruz hatta kitaptaki kahramanların isimlerinide, belki de yazarın dediği gibi, “hiçbir karakterin isimleri bize lazım değil” Yazar karakterlerinin her birini fiziksel özelliklerine ve mesleklerine göre sınıflandırma yapmış: İlk kör adam, ilk kör adamın karısı, koyu renkli gözlüklü genç kız, şaşı çocuk, gözü siyah bantlı yaşlı adam, doktor, doktorun karısı, taksi şoförü, polis gibi...

Kitaptaki şu cümleler varoluşu en derinden anlatıyor.

"Adlarımız mı? Adlarımızın ne önemi var?" diyor doktorun karısı. Polis, hırsız, fahişe, sekreter, doktor, oda hizmetçisi, eczacı kalfası... Hepsi aynı kaderi paylaşıyor insanların. Adlarımızın ne önemi vardır ki hepimiz aynı şeyleri yaşayacaksak? Adlarımızın ne önemi vardır kötüysek, vahşiysek, caniysek?”

Düşündürücü felsefi cümleleri okurken, insanın kör olduktan sonra nasıl da bir zavallı yaratığa dönüştüğünü, sadece gözlerin mi yoksa insanlığın mı kör olduğunu sorguluyorsunuz.

Kitapta geçen "körlük" ün aslına bakıldığında insanlığın körelmesinden doğan körleşme. İnsanlığın görmez olması, bencilleşmesi ve duyarsızlaşması körelmenin nedenlerinden.

Körlük sayesinde, güvensiz ortamın doğal sonucu olarak da toplumda kaos, yıkım ve ölümler meydana geliyor. Thomas Hobbes 'in dediği gibi, “insan insanın kurdudur sözü doğruluğunu en acımasız şekilde kanıtlıyor bu kitapta…

İyilik daima en kolay yapılan şeydir; zor olan ise kötülüktür.

İnsanlar kendi çıkarları uğruna her şeyi yapabilirler; kör olmaları bunlara hiçbir engel teşkil etmez, etmiyor da... Gücü kim elinde bulunduruyorsa acımasızca zayıf olanın ağzından lokmayı nasıl aldığına şahit oluyoruz.  Öyle bir acımasızlaşılıyor ki, -geçmişte ve şimdiki zamanda da olduğu gibi- kadınlara tecavüz ediliyor ve hatta öldürülüyor. Zayıflar neden her dem ezilmeye, dışlanmaya ve ölüme mahkûm oluyor? Neden kadınlar? İnsanlar kör olmuş da olsalar neden bu kadar kötü olabilir soruları aklını yiyip bitiriyor kitabın sonuna dek. Neden?

Yazarın dediği gibi, “ aslında körlük, umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktır”

İnsanoğlu körleşti çünkü artık güzellikleri göremiyor sadece bakıyor.İnsanoğlu nankörleşti çünkü hiçbir şeyin değerini bilemiyor. Aşkın, sevginin, değer görmenin, değer bilmenin, merhametin, hoşgörünün, vefakârlığın, fedakârlığın yani kısaca insana bahşedilen duyguların değerini anlayamayacak kadar körleşti ve yaşamın değerinden habersiz öylece sürüklenip gidiyor... Oysaki bir açsa gözlerini, birazcık da olsa bakışlarını kendi içine döndürme cesareti gösterse işte o zaman yaşamın değerini, duyguların değerini, insan olmanın güzelliğini çözüp kendi varoluşunu gerçekleştirebilir.

Karanlığın ne olduğunu bilmeyen aydınlığın anlamını anlayamaz.  Işığın ne kadar anlamlı bir şey olduğunu keşfedebilmek için karanlığın ne olduğunu deneyimlemek gerekir. Bunun için tek yapmaları gereken sadece gözlerini açmaları ve körlüklerini fark edip buna bir son vermeleri...

Düşününce bu dünyada mutlak anlamda sahip olduğumuz hiçbir şey yok. Genel ruh halimiz sürekli ve yavaş yavaş körleşmenin karanlık iklimlerine doğru gidiyor.  Hiçbir duyguyu tamamen özümseyerek yaşayamıyoruz. Bütün ilişkiler yüzeyel… Aslında yeteri kadar duyguya sahibiz ama onları ifade etmeye korkuyoruz ya da bir zayıflık olarak görüyoruz. Sonuç olarak duygularımızı yavaş yavaş yitiriyoruz. Yani kısaca onları köreltiyoruz. Duygular olmadan yaşayabilir mi insan? Aslında yaşamıyoruz sadece yaşadığımızı sanıyoruz. İnsani olarak kendi aklımızla yarattığımız canavarlar haline dönüşüyoruz. Aslında insanoğlu özünde hümanist bir varlıktır. Ama özümüzü görmeyi unutalı çok oldu. Köleleştik, körleştik.

Kitabın son sayfasındaki alıntıyı buraya bırakıp yazımı bitiriyorum.

"Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük, gören körler mi, gördüğü hâlde görmeyen körler"

24 Şubat 2022 Perşembe

FREUD- PSİKANALİZ ÜZERİNE


“ İnsanlar vardır, hayatlarındaki aynı tepkileri düzeltmeye başvurmadan, kendilerine zarar vereceklerini önemsemeden yineleyip dururlar ya da amansız bir yazgının yakalarını bırakmadığı duygusunu yaşarlar; oysa titiz bir inceleme gösterir ki, ilgili yazgıyı bilmeden başlarına saran kendilerinden başkaları değildir.”


 Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud 5 Mayıs 1856 tarihinde küçük burjuva bir Yahudi ailede dünyaya gelmiştir. Freud, babasının ikinci evliliğinden doğan ilk çocuktur. Çocukluğunun büyük bir bölümünü Viyana’nın Yahudi gettosunun küçük mahallelerinde geçirmiştir. Aile içerisinde küçük yaşta farklı bir çocuk olduğu anlaşıldığı için annesi ve babası tarafından hep el üstünde tutulmuştur.


1873’te Gymnasium’dan başarıyla mezun olduktan sonra Viyana Üniversitesi’ne yazılmıştır. Felsefe ve bilim dersleri almıştır ama ne olacağına dair bir kararsızlık içindedir.  O zamanlar bilim ve tıp alanında dünyaca ünlü bir fakülte olan Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne gitmeye karar verir. Doktor olacaktır ama alan olarak neyi seçeceğine dair kararsızdır ta ki Josef Breuer’le tanışana kadar. Breuer’le çalışmaları,  ona psikanalize giden yolu açmıştır. 1885 yılında ünlü bir Fransız nörolog olan Jean-Martin Charcot’yla  Nöroanatomi öğrencisi olarak çalışmak için Paris’e giden Freud, Viyana’ya döndüğünde bir muayenehane açarak Nörolog olarak çalışmaya başlamıştır. Ona gelen hastaların bir kısmı gerçek nörolojik hastalıklara sahipken büyük bir çoğunluğu fizyolojik bir temeli olmayan nevrozlardan şikâyetçidir.  Freud’un, uyguladığı iki yöntemi vardı: Elektroterapi ve düzenli rejimin uygulandığı Weir Mitchell sistemi. Bu iki yöntem de Freud’un çok da aklına yatmaz ve daha etkin bir tedaviler arayışına gider. Freud,  Breuer’den    Bertha Pappenheim’a uyguladığı duygusal boşaltma yöntemini dinlemiştir. 1887 yılı sonunda kendisi de bu yöntemi uygulama yoluna gider.  Bu yöntemde hastalar hipnotize edilerek trans halindeyken belirtilerin ortaya ilk çıktığı aşamaları hatırlamaları istenir. Hipnoz altında bir anlamda ipuçlarından yola çıkarak parçaları birleştirme yoluna gidilir. Bir dedektif gibi ipuçlarının yolunu takip eder Freud.  Ne yazık ki bazı durumlar nedeniyle her hastayı hipnotize edemez. Hatta ortadan kaldırılan belirtiler bir müddet sonra tekrar ortaya çıktığını görür. Freud, hipnoz yöntemini askıya alarak serbest çağrışım yöntemini kullanmaya başlar.


Freud, Psikanalize Giriş Seminerleri’nin 29. dersinde düş kuramının psikanalizin tarihçesinde özel bir yer içerdiğini ve tarih de bir dönüm noktası oluşturduğunu belirtir. Psikotik bir öznenin düşteymişçesine yaşadığını saptar. Psikozda abartmaların ve yanılsamaların bulunmasının yanı sıra arzuyu gerçekleştirmek için dış gerçeklikten de vazgeçildiğini, hastalık belirtilerinin sönmesi durumunda da öznenin geçmiş yaşantılarını bir düş görmüşçesine anlattığını görür. Düşü göreni, açık düşün izleniminden özgün kılmaya, dikkatini düş içeriğinin bütününden alıp tek tek parçalarına yöneltmeye ve bu parçalardan her biriyle ilgili olarak aklına gelen çağrışımları bildirmeye davet edilir, parçalardan her birini göz önünde tuttuğunda kendisinde ne gibi çağrışımlar uyandığını açıklaması istenir. Önceki günden kalan anı kalıntıları ve imaların peşine düştük mü, çokluk bir anda, hayli uzaklara kaymış düş dünyasından çıkıp kendimizi hastanın gerçek yaşamında bulabiliriz. Hastadan düş içeriğindeki açık seçikliği ve duygusal gücüyle dikkatini çeken öğelerle ilgili olarak çağrışımlara daha kolay ulaşır. Ama hasta gelen çağrışımları açığa vurmadan şöyle de tepki verebilir: Bu çağrışımların düşle uzaktan yakından ilgisi olmadığını hatta aklına geldiği için söylediğini belirtir.


1896 yılında babasının ölümü ile kendi kendini çözümleme yoluna başvuran Freud, kendi teorisini, psikanalizi geliştirmeye başlar.  Kendi kendini analiz ederken kullandığı rüyaların çoğunu “Rüyaların Yorumu”  kitabında yazmıştır. Bu analiz sonucunda, Oedipus Kompleksini öne sürmüştür.  Bu kompleks psikoseksüel gelişim kuramının ‘Fallik’ döneminde ortaya çıkar. Erkek çocuğun anneye aşırı düşkün olup, babanın yerini alma isteği içinde olması durumudur. Elektra Kompleksi ise kız çocuğun babaya aşırı düşkün olup, annenin yerini alma isteği içinde olmasıdır. Cinsel çatışmaların ortaya çıkardığı karmaşıklıklar bebeklik ve çocukluktaki duygusal değişimlere ışık tutmuştur.  Rüyaları yorumlamak ve daha iyi anlamak için yeni yöntemler geliştirmiş ve bilinçdışının çeşitli oluşumlarını kendi icat ettiği terimlerle açıklama yoluna gitmiştir. Ve böylece modern psikoterapinin öncüsü olan psikanaliz yöntemini geliştirmiştir.


Psikanaliz, insanlardaki çocukluk yıllarına dair unutkanlığı ortadan kaldırmıştır.


Avusturya’nın işgal edilmesi sonucunda Nazi zulmünden kaçmak zorunda kalan diğer bilim adamları gibi Viyana’dan ayrılarak Paris’e oradan da İngiltere’ye gitmek zorunda kalmıştır ve Freud,  geride birçok eser ve çığır açan düşünceler bırakarak 1939’da Londra’da hayata gözlerini yummuştur.


 Bu kitap, Freud’un 1915-1917 yılları arasında geniş bir dinleyici kitlesine vermiş olduğu temel psikanaliz konferansları üzerinden kaleme aldığı son araştırmalarını ve bulgularını içeriyor. Freud bu eseri ile o zamanlarda daha henüz yeni bir alan olan psikanalize ilgi göstereceğini beklediği “aydınlar topluluğuna” yönelmiştir. Kendisinin de aktardığı gibi bu derslerde, sadelik, tamlık ve bütünlük görünümü uyandıracak diye özverilerde bulunmaktan kaçınmak, sorunları bütün çıplaklığıyla ortaya koymak, boşlukları ve güven duygusu uyandırmayan noktaları yadsımamak başlıca amacı olmuştur. Psikanaliz Üzerine Yeni Araştırmalar ve Bulgular, Freudcu analiz konusunda bilinmesi gereken temel ve özlü bilgiler içermesi bakımından vazgeçilmez değerde bir anahtar kitap olma özelliği taşımaktadır.

! Zavallı Ben’in durumu daha da kötüdür, aynı zamanda sert tabiatlı üç efendiye birden hizmet etmek durumundadır, onların istek ve taleplerini birbirleriyle bağdaştırmaya çalışır. İlgili üç zorba bey de dış dünya, Üst-ben ve Es’ten oluşur.
! … belli deneyimler edinmemiş hiç kimse psikanaliz konusunda konuşma hakkına sahip değildir.
! Düş konusunda bizim bir şey öğrenmemizi sağlayan düş değil, düşün yorumudur.
! Kendini disiplin altına almak, kişiyi hasta yapar.
! …düş bir isteğin gerçekleştirilmesi amacına yönelik bir denemedir.



 



13 Haziran 2020 Cumartesi

KENDİME DÜŞÜNCELER - MARCUS AURELİUS

“Nasıl iyi bir insan olunacağı hakkında daha fazla konuşma, öyle biri ol.”
M.S. 121. yılında yaşamış olan Stoacı Roma İmparatoru Marcus  Aurelius'un eski  Yunanca Koine diyalektiyle yazılmış olarak kaleme almış olduğu antik çağın en önemli eserlerinden biridir. İmparator Aurelius’un gösterişten uzak sade bir hayat düzenini kabul etmesiyle bir Stoacı olarak yaşadığı söyleniyor.

Filozof imparatorun evren, doğa, akıl, ölüm, yaşam ve insan üzerine tuttuğu notlarıdır. On iki kitaptan oluşuyor. Bu kitapların her birinde İmparator Aurelius, kendine özgü Stoacı görüşlerini, felsefesini ve kendi kişisel gelişimini destekleyen düşüncelerini aktarıyor. Roma Stoası’nın en ünlü temsilcileri Romalı Genç Seneca, Epiktetos ve İmparator Marcus Aurelius’tur. Stoacılar felsefeyi yaşayan bir canlı olarak görürler. Mantık, bu canlıların kemiklerini ve sinirlerini, Fizik etli bölgelerini, ahlaksa ruhunu oluşturduğunu düşünürler. Bunlardan birisi olmadan diğerleri görevlerini yerine getiremez olduğunu belirtirler.

Bu notlar yazarının hem kendi kendine verdiği öğütleri içermekte hem de insanlığa bir ders niteliği taşımaktadır. Kitap aslında Aurelius’un kendiyle ilgili düşüncelerini unutmamak için aldığı notlardan ibarettir. Marcus Aurelius, mutluluğun ve gerçek bir yönetimi kaynağının maddesel şeyler değil 'erdemli olmak' olduğunu savunan Stoacı filozof Epiktetos'un ahlak felsefesinin izinden giden, imparator vasfını yalnızca toplum yönetiminde değil, yaşamını ruhunu, bedenini yönetmekte kullanmış bir filozof hükümdardır. Roma'ya altın çağını yaşatan, bir imparatordur. Marcus Aurelius’un yaşadığı o dönemde, eserinin yazılmasından sonra Romalı hatiplerin pek çoğu ona “ philosophus” lakabını üzerine çok uygun olduğunu düşünmüşlerdir.

...hayatın amacına giden, kendi yönettiği yoldan sapmaz, bu yolda lekesiz, barışçıl, gerektiğinde kolaylıkla her şeyinden feragat ederek, kimsenin zorlaması olmadan ilerler.

İyilik, doğruluk, erdemlik, doğayla uyumlu yaşamak, öfkelenmemek, kontrollü olmak, vakti doğru kullanabilmek, kendine ve doğaya yararlı olabilmek, bulunduğu konumdan şikâyetçi olmamak, yaşamın önceliğini belirlemek, insanlığın varoluşu ile ilgili sorular ve daha birçok konu üzerinde durmuştur.

Mesela hekimler ansızın ortaya çıkabilecek durumlar için daima çalışma alet ve donanımlarının yanlarında bulundurur; bu yüzden sen de tanrıları ve insanları anlayabilmek için bilgilerini hazır tut diyor.

Epiktetos' un dediği gibi, " Bir cesedi sırtlanmış ufacık bir ruhsun sen"  Nedir bu telaşın, koşturman ve unutuşun...

Şimdiki zaman herkes için aynıdır, bu yüzden geçmiş zamanda aynıdır ve yitip giden sadece bir
andır. Herhangi biri ne geçmişi ne de geleceği yitirmemiştir. Birinin sahip olmadığı şeyi, herhangi birisi nasıl söküp alabilir ondan? Bu yüzden şu iki şeyin unutulmaması gerekir: İlki, ezelden beri her şey aynıdır, hep aynı döngülerdir tekrarlanan ve hiçbiri farklı değildir; herhangi biri, yüz ya da iki yüzyılda, ya da sonsuzlukta hep aynı şeyleri görür. İkincisi, bir kişi çok uzun yaşasa da çok kısa yaşasa da aynı şeyi yitirir. Bu da şimdiki zamandır ve insan sadece bundan mahrum olabilir; nihayetinde insan yalnızca buna sahiptir ve hiç kimse sahip olmadığı şeyi yitiremez.Yüzyıllar önce yaşamış olan Aurelius’un yazdıklarının hala geçerliliğini koruması dünyanın hala aynı yer olduğunun kanıtı değil mi? Zamanın kendini eskitmeden öylece durabilmesi, her şeyin bir tekrardan ibaret olduğunu göstermiyor mu?

Eskiçağ tarihine ait olan ama bu çağın ve gelecek çağlar içinde en önemli felsefi metinlerinden birisi olduğunu düşünüyorum. Epiktetos, Epikuros, Herakleitos, Hesiodos, Heredotos  gibi filozofların etkilerinin de görüldüğü ve sık sık Yunan mitolojisinden örneklerinde olduğu eşsiz bir eser.

 Kitapta, zihninizi meşgul eden tüm sorulara cevaplar bulamayabilirsiniz ama en azından içinize bir mum yakmasına izin vermeyi deneyin! Herhangi bir şey yapmak sana zor geldiğinde,  bunu yetersizliğine verme; insanoğlunun yapabileceği bir şeyse sen de yapabilirsin.

Hayat seni bazen uçurumun kenarına getirir ve bırakır; işte orası kendinle hesaplaşma vaktidir. Yaşamın senin için amacını sorgularsın. İşte böyle anlarda İmparator Aurelius şu cümlelerine tutunabilirsin.  
Mutlu bir yaşam sürmek için çok şeye ihtiyacın yok,  diyalektikte ve doğa biliminde hünerli olma umudunu kaybetmiş olsan bile özgür, alçakgönüllü, toplumsal ve tanrıya boyun eğen birisi olman yeterlidir. 
Yaşama sanatı, bir dansçınınkinden çok bir güreşçinin sanatına benzer. Savunmaya dikkat etmeli, öngörülemeyen saldırılar karşısında bile sağlam durup devrilmemeli. 
Ufacık bir parçası olduğun evrenin, sana sadece kısacık bir anı bahşedilmiş zamanın bütünlüğünü ve payına düşen yazgıdaki küçücük rolünü hiç unutma. 
Başka birini ruhundakileri izleyip anlamadığı için bedbaht olana pek sıkı rastlanmaz; fakat kendi ruhunu yakından takip etmeyenlerin bedbaht  olması kaçınılmazdır"

 İçini kaz. İyinin kaynağı içindedir ve sen kazdıkça fışkırmaya hazırdır.

Akıl gözünü kapatmış kişi kördür.

Yüzyıllar öncesinden yazılmış bir başucu kitabıdır  “Kendime Düşünceler”

Kütüphanenizde mutlaka olması gereken kitaplardan birisi…

 






5 Mart 2020 Perşembe

EŞLİK - SAMUEL BECKETT

Kimse kendi içine çevirmiyor bakışlarını, kimse yok orada çünkü.

Eşlik, Samuel  Beckett’in karanlığı kanırttıp, umuttan  ışığı çekip, son solunan havanın üzerinden, eylemin anlamını zamanı bükerek kırıldığı o an da, adı konulmayan telafisiz bir an da kayıp olan zamanın gölgesini metinleyerek hikâyeye boyun eğdiriyor...

 Eşlik’teki hikâyelerin özneleri bu adsız kaybın etrafında dolanarak, sürünerek, düşüp kalkarak ama onsuz da yapamayarak içten içe çürüyüp dağılıyor. Her ne kadar kum gibi dağılsa da, o kelimelerden bir anlam arayıp duran boşluğun çığlıklarıdır.  Bir ses, karanlıkta sırt üstü uzanmış birine bir geçmişten söz ediyor.

Acınası bir umut bile hiç yoktan iyidir. Bir noktaya kadar. Yürek daha daralmaya başlayana kadar. Daralan yürek hiç yoktan iyidir. Çatlamaya başlayana kadar.

 Soruların artık sorulmaz olduğu bir devir yaşanmış mıydı hiç? Son sorulana kadar ölü doğmuştu hepsi.  Kafada tasarlandıkları anda ölüyorlardı. Önceleri. Yanıtlamanın söz konusu

olmadığı zamanlarda. Yanıtlama olanağının olmadığı. Yanıtlama olanağının olmadığı. Hayır. Olmamıştı hiç. Bir düştü bu.


Karanlıkta kapalı gözleri. Karanlığa. Kendi karanlıklarında. Dudaklarda aynı minicik gülümseme, gülümsemeyse bu eğer. Kısacası yaşıyor yalnız kendisinin anladığı biçimde, ne fazlası ne azı. Azı! Taşlaşmış sanki.




 

 

 



3 Mart 2020 Salı

İNSANIN ANLAM ARAYIŞI -VİKTOR FRANKL


“Yaşamak için bir neden'i olan kişi, hemen her nasıl'a dayanabilir."
Nietzsche

Viktor Frankl Avusturyalı bir psikiyatrist, varoluşçu terapinin en önemli isimlerinden birisidir. Bu kitapta logoterapiyi keşfetmesine yol açan deneyimlerini anlatmaktadır. Logoterapi, “anlam kazandırma yoluyla tedavi” yi amaçlayan bir terapi metodudur. Frankl’ın bu terapideki temel düşüncesi: İnsanların acılarını başarı ve kazanıma çevirebilir olduklarını düşünmelerini sağlamaktır.

 II. Dünya Savaşı sırasında,  toplama kamplarında yaşadıklarını, kendi psikiyatrik öğreti bağlamında geniş kitlelere sunmayı amaç edinerek bu kitabı kaleme almıştır. İnsanlığa logoterapiyi keşfetmesine yol açan kendi deneyimlerini yazmıştır.

Frankl insanlık dışı toplama kamplarında uzun süre kalan bir tutuklu olarak, kendini, çıplak, varoluşa soyunmuş olarak bulur. Babası, annesi, erkek kardeşi ve karısı bu toplama kamplarında ölmüş ya da gaz fırınlarına gönderilmiştir. Kız kardeşi hariç, ailesinin tamamı yok olmuştur. Böylesi büyük bir acıyla, yaşama tutunmaktan vazgeçmemiş. Hayat ona “ Yaşamak acı çekmektir; ama yaşamı sürdürmek, çekilen bu acıda bir anlam bulmakta yatmaktadır” dedirtir.

Bu kitap en derin insani sorulara odaklanan dramatik bir hazinedir. Edebi olduğu kadar felsefi bir değere de sahiptir. Eğer yüz binlerce insan, yaşamın anlamına ilişkin çok az şey vaat eden bir kitaba yöneliyorsa, bu, insanların iliklerinde hissettikleri kavurucu bir sorun demektir. Dünyada hiç bir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an için de olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini anlatmaktadır.

Sevgi, sevilen insanın fiziksel varlığının çok çok ötesine geçer. Sevilen kişinin gerçekte orada olup olmaması, yaşayıp yaşamaması bir anlamda önemli olmaktan çıktığına vurgu yapıyor.

Beni kalbine mühürle, sevgi, ölüm kadar güçlüdür”

İnsanın, “her şeyden yoksun kalmış yaşamından başka kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını” ansızın kavradığı zaman neler yapabildiğini görmesiyle başlar her şey… Onun aklından başka kaybedecek bir şeyi kalmamıştı. Onu da kaybetmemek için sevdiği her şeyi düşünmeye başlıyor. Dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an için de olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini anlıyor. Sevgi, sevilen insanın fiziksel varlığının çok çok ötesine geçiyor. Sevilen kişinin gerçekte orada olup olmaması, bir anlamda önemini yitiriyor, çünkü biliyor ki, bir kez kaybedilince, yaşama iradesi bir daha kolay kolay kazanılmıyor.


Şair  Rilke’nin şu dizeyi yazmasına neden olmuştur: “Bitirilecek ne kadar çok acı var!” Hayatta bolca acı vardı ama bitirilmesi gerekiyor. Bu nedenle zayıflıklarını, gizli gözyaşlarını tutmaya çalışıyor. Acının tamamını göğüslüyor. Aslında gözyaşı bir zayıflık değildi, cesaretlerin en büyüğüydü. Acı çekme cesaretine sahip olduğunun göstergesiydi.

Barakaların karanlığında insanlara dikkatle onu dinlemelerini, umutlarını yitirmemelerini, cesur olmalarını istiyor.

Frankl  bir gün SS görevlisinden dayak yiyor ve, "İnsanı en çok yaralayan şey (ki bu hem yetişkinler hem de cezalandırılan çocuklar için geçerlidir) fiziksel acı değil, haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır" diyor.

"Duş için sıra beklerken, çıplaklığımızı iliklerimizde duyumsamıştık: artık çıplak vücutlarımızdan başka gerçekten hiçbir şeyimiz kalmamıştı; tüyümüz bile yoktu; sahip olduğumuz tek şey, kelimenin tam anlamıyla çıplak varoluşumuzdu... Aptalca çıplak yaşamımızdan başka kaybedecek hiçbir şeyimiz olmadığını biliyorduk."

İnsanlığa yapılan bu zulmün hiçbir anlamlı açıklaması yoktur. Milyonlarca insanın gaz odalarında ve acıdan hayatlarını yitirmiş olması, korkunç bir gerçektir. Bir daha hiçbir zaman olmamasını yeğlemekten elimizden bir şey gelmez.

Viktor Frankl'e göre; kişinin yaşamda kendi anlamını bulması üç yolla mümkünmüş.

- Bir eser yaratmak ya da bir iş yapmak.

- İyilik, doğruluk, güzellik ve yaşamak, olanca eşitsizliğiyle bir insanı
yaşamaktır. Yani onu sevmektir.

- Kaçınılmaz acıya karşı bir tavır geliştirmek. Acıya neden olanı değil, acıya olan tavrını değiştirmektir.

İnsanlar kendi içlerindeki boşluk duygusuyla ezilmektedir. Bu varoluşsal boşluktur. Yaşamın anlamını sorgular. Frankl dediği gibi; “yaşamın anlamı insandan insana, günden güne, saatten saate farklılıklar göstermektedir. Kişinin yaşamın anlamını ne olduğunu sormaması, bunun yerine bu sorunun muhatabının kendisi olduğunun kavraması gerekir. Her insan yaşam tarafından sorgulanır. Kendi yaşamı için cevap verirken aslında yaşama cevap verir.

Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu. Nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için, kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu üstlenmek anlamına gelir”



Beni etkileyen son bölümü ise; "Özgürlüğüne kavuşan tutukluların yaşadığı şeye psikolojik açıdan kişiliksizleşme denilebilir. Her şey tıpkı rüyalardaki gibi gerçek dışı, gerçeğe aykırı gözüküyordu. Gerçek olduğuna inanamıyorduk. Geçen yıllarda rüyalara nasıl da kanmıştık! Özgürlük gününün geldiğini, özgürlüğümüze kavuştuğumuzu, evlerimize döndüğümüzü, dostlarımızı selamlayıp karılarımızı kucakladığımızı, masanın başına oturup başımıza gelen her şeyi anlattığımızı düşlerdik; özgürlük gününü rüyalarımızda bile ne sık görürdük! Derken uyanış işareti olan tiz bir düdük sesi kulaklarımızda çınlamış ve özgürlük rüyalarının sonu gelmişti. Rüya gerçek olmuştu ama gerçekten inanabildik mi?"

 Yazar özgürlüğüne kavuşan tutukluların her birisi için geriye dönüp kamp deneyimlerine baktığında onca şeye nasıl katlandığını anlayamayacak bir noktaya ulaştığını söylüyor. "Nasıl rüya gibi görünen özgürlük günü geldiyse, kampta yaşanan her şeyin bir kâbus görüneceği gün de gelecek." 

Viktor Frankl'in belirttiği gibi: Yaşamda bir anlam bulmalıyız. Acı çekmenin kesinlikle gereği yok. Acıdan kaçabilir, acıya sebep olan nedeni ortadan kaldırabiliriz. Gereksiz yere acı çekmek, kahramanca bir durum değil sadece mazoşistçe bir tutumdur. Eğer ki değiştirilmeyecek bir kaderle yüz yüze gelirsek yaşamda bir anlam bulabileceğimizi unutmamalıyız. Önemli olan şey kişisel bir trajediyi bir zafere dönüştürmek insana özgü eşsiz insan potansiyelidir. Örneğin tedavisi olanaksız bir kanser hastasının zamanla kendini değiştirme yoluna gitmesi gibi…

Kitabın sonunda bizlere iki anlamda uyanık olmamızı öneriyor.

"Auschwitz'den bu yana insanın ne yapabileceğini biliyoruz.

Hiroşima'dan bu yana da neyin tehlikede olduğunu biliyoruz."


Eğer yüz binlerce insan, yaşamın anlamına ilişkin çok az şey vaat eden bir kitaba yöneliyorsa, bu, insanların iliklerinde hissettikleri kavurucu bir sorun demektir.


Yazımı Frankl'in  Nietzsche 'den verdiği bir alıntıyla bitiriyorum.

"Beni öldürmeyen şey, beni daha da güçlü kılar."




15 Ekim 2019 Salı

YAZI VE ÖLÜM - ANDRE GREEN


Ruhsal yaşam ile yazı arasında ayrım yapılabilir mi?"
André Green, burada bir yandan yüceltme ile ölüm dürtüsü öte yandan bellek ve yineleme arasındaki ilişkileri masaya yatırıyor.

Edebiyat, zihinsel uğraşlarının hakiki nesnesi olan ruhiçi gerçekliklerinden bir şeyler iletmeyi denemek için bir araçtır. Syf.26

Proust, Conrad ve James yazarların her biri için , "bilinç" bir keşif ve bir meydan okuma değeri taşır.

Proust öncelikli bir yazardır ama yazısı ne istiyor? Ruhsal yaşamının derinliklerinden bir şeyleri geri getirmek istiyor. Bu cümle ise şu soruyu doğuruyor ," ruhsal yaşam ile yazı arasında ayrım yapılabilir mi?"

Bilimin nesnesi fiziksel gerçeklikse, sanatın nesnesi de ruhsal gerçekliktir. Mesela ressamları ele alalım, ressam resim tarafından ele geçirilmiştir, aradı şey ise ruhun oluşturduğu renk ve desendir.

Psikanalist kendini her şeyi bilen ermişten çok, yazarın seslendiği anonim okur tarafına yerleştirir. Ruhsal yaşamının hakkında ne biliyoruz? Sevgili Green'e  göre, ruhsallık edebiyatı içine alır, tersi değil. Her yazar, aşkın bir işlevin taşıyıcısı olduğu ve bunun yazısından kaynaklandığı fikrine sahiptir. Bir yetenek midir söz konusu olan yoksa başka bir şey mi? Önemi yok.

Yazmak, bizi çok uzaklara sürükleyebilecek özel bir ruhsal işleyiştir.

" Aşırı istilacı duyguları yazıya dönüştürmeden önce uzun bir kuluçka dönemi zorunludur. Hiçbir şey kaybolmaz" der Henry. Bu bekleyiş, anıları sanatsal malzemeye başka bir deyişle yazıya dönüştürecek olan uzun bir mayalanma bekleyişidir.

Bonnard'ın dediği gibi mesele hayatı resmetmek değil, resme hayat vermektir.
 Green göre edebiyatın gösterdiği şey şudur: Yazı, yazıyı her tarafından aşan bir ruhsal gerçekliğin sancılar içinde doğurduğu çocuktur ve mesele - yazının gerek söyledikleri gerekse de söylemedikleri arasından- o " yazılamaz" olan şeyin ne olabileceğine ilişkin belirsiz bir kavrayış edinmektir.

Yazar, sözcüklerin ifade edemeyeceği bir ruhsal gerçekliği düşler...

Yazarları ölüm çalışmaya dalmışken yakalamış değil; yapıtları yaşamın şarkısını söylüyor bile olsa, önemli bir ölümcül boyut taşıyor.

En derin tekilliğimizin parçası olmakla birlikte, bizi insanlığa ait genel bilgi yapıya bağlayan şey olan bu ruhsal içeriği canlandırabilmemizi sağlayabilecek tek şey zihindir. Bununla birlikte her şeyi yok etmesi mümkün olan da yine zihindir.

Bir anlamda belleği zenginleştiren şeyin zamanın geçişi olduğu söylenebilir. Ama artık zamandan söz etmemek gerekiyor. Proust tam da bütün bunların ancak zamanın dışında var olabileceğini söylüyor. Julia Kristeva'nin gördüğü gibi. ," zamanın geçişi derken zamanın kendisinden söz etmiyorum zamanın geçtiğinde olup bitenden söz ediyorum." 

Conrad için yazı, deniz üzerindeki yaşamın yeniden inşasıdır, denizin hareketidir. Deniz, yazıdır. Başta karısıyla aşkı olmak üzere Conrad'ın aşkları hiçbir zaman mutlu aşklar olmamıştır.

Conrad histerik yapıya sahip birisidir. Karısı yineleyen bir senaryosunu özellikle şöyle anlatıyor: Conrad davetlilerinin gelişini gözlemek için pencereye çıkar ve geldiklerini görür görmez koşarak yatağa girerdi.

Hikâyeler aracılığıyla, Yunanlılar kendi aralarında şöyle diyor: " bu işin bir anlamı var", ama bunun anlamı olduğunu söylemek, buna bir gerçekliğe inanıldığı gibi inanmak gerektiği anlamına gelmiyor. Yunan tanrılarının ölümsüz olmaları dışında her açıdan insanlar gibi olmaları arasında bir bağ kurmak gerekiyor.

Yunan trajedilerinde aşk daha karmaşık çünkü insanlar aşka katıldıkları zaman aşka kapılıp yollarını kaybettikleri zaman altından tanrılar çıkıyor. Phaedra'ya, Medes ya bakın …


 Hristiyan olmayan bir bakış açısı benimsemeye çalıştığınız zaman, arzuyu tamamen cinsellik tarafına aşkı da cinsellikten farklı olduğu varsayılan duyguların tarafına koyamayız. Ares'in ve Afrodit'in aşkları...

Euripides’in Herakles’in Deliliği piyesinde, Herakles’in neden deli olduğu anlaşılmaz, ama sonra bir an gelir düşmanlarını öldüren Herakles kutsal bir ırmak olan İsmenos’un sularını kızıla boyayacağını söyler ve bu vahim bir hatadır. Ne isterseniz yapın ama kutsal olana işinize bulaştırmayın.

Apollon'un  Kassandra'ya  verdiği ceza hakikati  söylediğin halde kimsenin ona inanmaması cezasını vermiş. Kassandra hakikatin Bir kadının ağzından çıkmasının bedelini değil Apollon’un cezasının bedelini ödüyor. Apollon'un vaatte bulunmuş ama çoğu histeriğin yaptığı gibi son anda geri çekilmiştir.

Yunanların ve trajedinin bize öğrettiği şudur:  bir şeylerin olmasını istediğimiz gibi olmadığını dilediğimiz yönde gitmediğini ve soru hala ortada kalır "tıkanmaya neden olan nedir"

Üç dünya vardır: gerçekliğin dünyası fantazmatik dünya ve sanat tarafından yaratılan dünya ve biz son ikisine birinciye o olduğundan çok daha fazla inanırız. Freud'dan beri biliyoruz ki fantazmatik dünya maddi gerçekliğin karşısına çıkarılan şu ünlü ruhsal gerçekliktir. Sanat dünyasına gelince aslında kabul etmek gerekir ki diğer ikisinden hiçbirine indirgenemeyecek üçüncü bir dünyadır o.