Bedenimi elliyorum Orfeo, bedenime dokunuyorum, görüyorum ama ruhum? Ruhum nerede? Ruhum var mı benim? Gerçekten ağlayıncaya dek, insan bir ruhu olup olmadığını bilmiyor Orfeo.#migueldeunamuno Sis adlı romanında böyle bahseder ruhtan...
Sevgili Ali Murat yalnızlıkla dokunur ruha ve “aşkı anlatan
tek kelime yalnızlıktır” der. Ona göre yalnızlık; insanın kendine kavuştuğu ilk
ve son kavşaktır ve yalnızlık hep ıhlamur çiçeği kokusudur. O kokuyu siz de
hissedebiliyor musunuz? Geliyor mu oralara?
Yunan mitolojisinde, sonsuza kadar büyük bir kayayı bir
tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm edilmiş bir kahraman vardır
adı Sisifos. Kayayı tam yukarı çıkardığı zaman kaya yuvarlanıp aşağı düşer ve
bu ceza sonsuza kadar böyle devam eser. Sevgili İrat ’da yalnızlığı Sisifos gibi
sırtına yüklenmiş, haykırıyor çığlık çığlığa...
Şirazlı Sadi şöyle der; “Konuşmak isterken susmak zorunda kalmak,
susmak isterken konuşmak zorunda kalmak” Oysa Sevgili İrat sustuklarını yazmış
tek tek, acıta acıta... Biliyordu ki, en büyük yıkıntılar ve en derin yaralar
en güçlü görünüşlerin arkasında saklanır hep çünkü insanın sorduğu en zor sorular,
kendine sorduğu sorulardır. Ve sadece aşk iyileştirebilir bütün yaraları...
Bu arada bu kitap hatırlayanlar için değil unutmayalar
içindir.
Söylemek değil söylememekti bütün maharetimiz. Hep söyler
gibi yaparak, söylemediklerimizle kendimizi kandırdık. Kırılmasın diye,
kızmasın diye, kötü bir şey olmasın diye sonucuna katlanamayacağımız için söylemedik.
Söylemediklerimizle bir yalnızlık evi kurduk kendimize...
Bir zamanlar yalnızca dokunmak bile yeterdi, karşıdaki
insanı anlamak, sis bulutlarını yerle bir etmek için. Durup dururken dokunurduk
birbirimize. Öpmek falan değil sadece dokunmak büyülü bir tılsımı vardı onda.
Birbirimize dokunmayı ne zaman bıraktık biz? Sanki asırlar girdi araya eski
zamanlar unutuldu. Ah bir dokunsalar ağlardık. Dokunmadılar, biz de ağlamayı
unuttuk. Şimdilerde dokunduğumuz her şey kopup geliyor elimize. Sevgiyle
dokunmayı, görmeyi, hissetmeyi unuttuk. Aşkla bakmak ise sadece masallarda kaldı.
Artık yollar bizden önce gidiyor varmak istediğimiz yere. Eskiden yürür,
kuşlarla göz göze gelir, çiçekleri koklar, insanlara dokunurduk kelime kelime
ama şimdi durup sevmelere hiç zamanımız yok.
Can Yücel’in dediği gibi “en uzak mesafe iki kafa arasındaki
mesafedir/birbirini anlamayan” anlayamadık, anlaşılamadık, konuştuk duyuramadık,
seslendi duyamadık.
Ernest Gellner ‘Dil Ve Yalnızlık’ kitabında “Birey, topladığı tecrübe parçalarından
dünyayı görür, daha doğrusu, bu parçalardan bir dünya kurar” der. Oysa bizi anlayacak
bir dilden yoksunuz. Neden o dili kitaplarda arıyoruz ömrümüzün sonuna kadar?
Neden savrulmamak için bir yüreğe ihtiyacımız var?Bu varoluş insanın kendiyle
baş başa kaldığı değil, başkalarıyla kavga ettiği bir yalnızlık mı?Neden hep
eksik kalır bir yanımız? Ya kanıyoruz ya da hep susuyoruz.
Ayak uçlarımızdaki uyuşukluktan başlıyor yalnızlığımız.
Sonra Bach’in senfonisini duyuyoruz içlerimizde ama dışarı taşıramıyoruz çünkü
insanların soğukluğu tokat gibi çarpıyor yüzümüze. Oysa yüzümüz yok ki...
Nerede kaybettik onu, bilen de yok.
“Şarkı söylemek zorunda kalacaksın ah zavallı ruhum” diyen Nietzsche’de
çoktan ölmüş. Modern toplumun ehlîleştirilmiş bir toplama kampında yaşıyoruz. “Çalış”
diyor birileri. Çalışmak umuttur, tutunmak için hayata... Öylece tutunuyoruz sabah
8 akşam 5-6’lara.
Sisifos gibi anlamsızlığa karşı yaşamı yenmek için denemeliyiz.
Çizilmiş olan kadere inat denemekten vazgeçmemeliyiz. Var olduğumuzu göstermek
için hiçliklerle yüklü olan o taşı tepeye çıkarmalıyız. Şairin dediği gibi
“Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek”
Var mısınız?
Yoksa hala susmak zorunda mısınız?
O zaman bu kitabı okuyun...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hoşgeldiniz...